Ali Dokuzlu

Ali Dokuzlu

Eski zamanlardan bu yana "çalışma" eylemi

2024.08.14 20:50 - Son Güncellenme: 2024.08.14 20:50
A

Yazılı tarihten anladığımız şudur ki, Luther'in Tanrının emirlerini, çok daha sonra sahneye çıkacak sermayeci sistemle örtüşecek şekilde yorumlayıp Reform ateşini yaktığı dönemlere değin çalışmak, övülmüş bir şey değildir.

Protestan'ın, yaratıcının sevgi ve takdirini kazanabilmenin tek çıkar yolu olarak gördüğü çalışma, bu yorum ortaya atılana değin insan bedenine acı çektirmekten öte bir yararı bulunmayan değersiz bir uğraş olarak görülmüştür. Sabri Ülgener'e göre, "Antik çağın Ortaçağa devrettiği bu bakışın", tarihi ve coğrafi anlamda oldukça geniş çaplı bir alanda kabul gördüğü açıktır. Herodot şöyle söyler; "Yunanlılar'ın çalışmaya karşı duydukları tiksintinin Mısırlılar'dan geçtiğini söyleyemem. Çünkü aynı tiksintiye Trakyalılar, İskitler, Persler ve Lidyalılar'da da rastlıyorum; kısacası, barbarların çoğunda, mekanik sanatları öğrenenlerle, onların çocuklarına ikinci derecede yurttaş gözüyle bakılmaktadır. Bütün Yunanlılar, özellikle Lakedemonyalılar, bu ilkelerle yetiştirilmişlerdir..."

Yine Heredot'a göre "Brutus, halkı ayaklandırmak için tiran Tarquinius'u zanaatçılarla duvarcıları özgür yurttaş yapmakla suçlamıştır."

Platon farklı düşünüyor değildir. Cumhuriyet'te şöyle söyler; "Doğa, ne kunduracı yaratmıştır ne de demirci. Bu tür uğraşlar, onları uygulayan insanları, o aşağılık ücretlileri, durumları dolayısıyla siyasal hakları olmayan adsız sefilleri alçaltmaktadır. Yalan söylemeye ve aldatmaya alışık tüccarlara gelince, onlara sitede kaçınılmaz bir kötülük olarak katlanılabilir ancak. Dükkan ticareti ile alçalan yurttaş, bu suç için kovuşturulacaktır. Suçu belli olursa bir yıl hapis cezasına çarptırılacaktır. Suçun her yinelenişinde ceza iki katına çıkacaktır..."

Görüldüğü gibi antik zamanlarda çalışmaya verilen değer, Luther'in ya da Kalven'in rasyonelist yaratıcısının üretim anlayışıyla örtüşüyor demek mümkün olmayacaktır. 

Ortaçağa gelindiğinde durum farklı değildir. Bu çağın yazarlarına göre genel kabul gören düşünce, toplumun sınıfsal olarak üçe bölündüğüdür; dua edenler (oratores), savaşanlar (bellatores) ve çalışanlar (laboratores). Bu sınıfsal ayrım, her zaman için belirlenmiş tek bir Tanrısal yasa gereğidir. Soylular örneğin, Tanrı böyle istediği için soyludurlar. Akal'ın aktardığına göre, Laon Piskoposu Adalberon, kendi karınlarını doyurduktan sonra bir de efendileri için çalışmak zorunda olan toprağa bağlı köylüler hakkında, skolastik düşünme sistemine uygun olarak şöyle bir sonuca ulaşır; bu zavallılar dünyaya Tanrı tarafından acı çekmek için gönderilmiştir. Kuramcının belirttiği üzere, eziyet çekmekten başka bir işe yaramayan çalışmak fiilinin Fransız dilindeki karşılığı travailler sözcüğünün, etimolojik olarak, bir işkence gereci olan tripalium ile aynı kökü paylaşması, tesadüf olmasa gerekir. 

Aristokrasi, ticaret yaşamını kirli ve değersiz faaliyet olarak telakki etmekteydi. Pirenne'e göre, "Soylu ailelerin, ticari işlemlere katılarak servetlerini artırmakta duraklamadıkları İtalya dışında, ticaretle uğraşmanın küçültücü olduğu önyargısı, Fransız Devrimi'ne değin, feodal kast'ın yüreğinde derinliğine kök salmış olarak kaldı". 

Pre-kapitalist dönemde, reformasyonun yıpratıcı direnişinden önceki zamanlarda, dua edenlerin ticaret hakkındaki düşüncelerini anlamak adına büyük Ortaçağ tarihçisi Pirenne'e kulak vermek yerinde olacaktır; "Ruhban sınıfının tüccarlara karşı tutumu daha da olumsuzdu. Kilise'nin gözünde, ticaret yaşamı, ruhun güvenliği bakımından tehlikeliydi. Ermiş Jerome'a atfedilen bir metinde, 'Tüccarın Tanrı'yı hoşnut etmesi çok güçtür' denmektedir. Kilise hukukçularının gözünde ticaret bir çeşit gasptı. Kar peşine düşmeyi açgözlülük olarak mahkum ediyorlardı".

Aslına bakılırsa, çalışmanın ne denli değersiz olduğu, Tanrısal Yasa tarafından da şüpheye yer bırakmayacak biçimde belirlenmiştir. Yeni Andlaşma'da İsa öğrencilerine şöyle seslenir: " Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler..." (Matta, 6:26-29).

Ortaçağın yukarıda belirtilen hakim sınıfsal düşüncesinin, Ülgener'e göre, "Nefahatülüns'de tasavvuf büyüklerinden birine atfedilen" üçlü ayrım dikkate alınınca, İslam'da da değişmeden korunduğunu görebiliriz: "Ademoğlu üç fırkadır; Ümera, ulema ve fukara."

Sözü edilen elit çevrenin yaşama biçimi ve inancı, doğal olarak toplumun aşağı katmanları için özenilen ve ulaşılmaya çalışılan bir ideal teşkil edecektir. Duby, bu ideal yaşama duyulan özleme, "feodal toplumun basit bir şemasını çizerken" şöyle değinir: "prens (yani kral) -onun yanında rahip ile şövalye-, en altta da bu insan mükemmelliği modellerine hayran kitle". Hayranlık duyulandan tabana süzülüş, mutlaka, ahlak çalışmalarında rolü azımsanamayacak derecede önemli bir etkendir. Hatta Ülgener, Weber'in tezinin de esasen bu aktarım üzerinde şekillendiğini öne sürer. Öncelikle yapılması gereken ayrım kontemplatif - mistik inançlar ve riyazete dayalı İbrahimi dinler arasındadır.

Birincisinde ruhban sınıfı ile taban arasındaki geçiş ve etkileşim yok denecek kadar azdır. Yine Sabri Ülgener'e göre, "Zirveye tırmanabilenler, neredeyse, sihirli (magique) bir çekim merkezi halini almışlardır". Doğal olarak sosyolojik anlamda bir etkinlik, belirleyicilik söz konusu olmamıştır. Oysa riyazete dayalı dinlerde durum böyle değildir. Asya kökenli inançların münzevisi maddi ve dünyevi olandan tam anlamıyla kendini soyutlarken, İbrahimi riyazide madde ile temas böylesi keskin bir ayrı duruş göstermez. Zira Yaşar Nuri Öztürk'e göre riyazet, yaşamdan kesin biçimde el çekmek manasına gelmez. Riyaziye göre zahidin bağını kopardığı, cisminden tamamen kendisini soyutladığı "dünya", "denaet kökünden bir sıfat olup, basit, adi, iğreti, ölümlü anlamlarına gelmektedir". İşte Ülgener'in de belirttiği üzere, "riyazet (inner wordly ascetism) kavramı nefse düzenli bir fiil ve hareketi yüklemek bakımından pozitif bir davranışı karşılarken; zühd, nefsi dünya hazlarından mahrum bırakmak anlamına gelen negatif ve pasif bir duruşu tanımlar". Zira İslam kutsal metni de bu ayrımı destekler biçimde dünya kelimesini bir kötü davranışlar bütünü anlamında kullanırken, maddi ve coğrafi dünyayı tanımlarken arz kelimesini tercih etmiştir. Öyleyse, Ağaoğulları-Köker'e göre, riyazinin; "kendi kendini kamçılayan, çivili korse giyen, sadece ot yiyerek veya yerden birkaç metre yükseklikteki bir sütunun tepesinde yıllarca yaşayan" çilecinin aksine, dünyanın cismi, yani arz ile bir alıp veremediği yoktur. Aksine, yerküre, metodik ve rasyonel çalışma ile yorulmak bilmeden traşlanması gereken sert bir mermer bloktur. Yaratıcıya yaklaşmanın yolu da, mermer yontuldukça belirginleşen sütunların çekiciliğine kapılmadan, sadece ve sadece yontmaya devam etmektir. 

Weber, düzenli yaşama biçiminin ilkel köklerini işte bu olumlu yükleyişte görür. Düşünüre göre manastır hücresinde çile dolduran münzevi, ibadet etmekle, yaşamını bir düzene koymaktadır. Tanrı'nın sevgisine layık olma ümidiyle içine girilen bu manevi arayış, farklı saiklerle sürdürülse de, aslında metodik bir yaşamı bilinçsizce önceler. İlk bakışta iktisat ahlakı ile ilişkilendirilmekte güçlük çekilen bu düzenli yaşamın önemi ise, biraz yukarıda bahsi açılmış katmanlar arası süzülme ve etkileşim hatırlandığında daha kolay hissedilecektir. Öyle ki, ruhbanın manastır duvarları ardında zühd düşüncesiyle kesirlere böldüğü günlük akış, eninde sonunda toplum nezdinde ilgi duyulmaya başlanan ve pratiğinde fayda görülen bir yaşama biçimi haline gelecektir. Zühd düşüncesiyle şekillenen bu düzenli yaşayış, ruhban katından aşağılara sızarken kaçınılmaz olarak evrilecek, bir anlamda, riyazet diye andığımız rasyonel asketizme giden yolu açacaktır. Weber'e göre ortaçağ boyu ilk defa dakikası dakikasına taksim edilmiş bir zaman bilinci içinde yaşayan insan rahiptir.

İslam münzevisi de benzer biçimde organize yaşayış biçimini benimsemiştir. Manastır organizasyonunun İslam dinindeki en yakın örneğidir demekte çekingen davranmamıza gerek olmayan tekke ve dergahlar göz önünde tutulduğunda, iddiayı örneklemek bahsinde güçlük çekilmez. Ülgener'in, İzzet Molla'nın Mihnetkeşan adlı eserinden naklettiğine göre, müessir, Keşan yakınlarındaki Rüstem Baba dergahındaki aktif yaşayıştan şöyle bahsetmektedir; "Herkes saati saatine bir işe koşulmuş: Kimi sürü otlatmada, kimi mahsul kaldırmada; hepsi de konuk ağırlamak için bir işin peşinde. Her biri 'Haram eylemiş kendine rahatı!'". 
Riyazet ve riyazetin elit ruhani tabakadan tabana sızmasından kasıt, manastırlarda ve dergahlarda şekillenen bu rasyonel yaşama biçiminin, kütlelerin iktisadi ahlakına ve mesleki hayatına yansımalarıdır. Dergah duvarlarından loncalara ve çarşılara sızamayan, Osmanlı mümininin üretim ahlakında eksikliği, mukayeseye müsait bir zaviyeden zorlanmadan teşhis edilebilecek bu mühim vakıa, yani düzenli ve efektif yaşama biçimi, şüphesiz, Avrupa kıtasında siyasi ve ekonomik etkileri bugüne kadar ulaşan uzun soluklu kapitalist döneme girilirken, Ortaçağın kaygıdan uzak ve durgun iktisadi hayatının üzerindeki atalet bulutlarını dağıtmada güçlü bir rol oynamıştır.

Zamansal açıdan kayıtsız ve belirsiz bir düzlemde yol alan Ortaçağ insanı böylece uzun vadede, her anının kıymetini bilen kapitalist mütedeyyine dönüşme yoluna girecektir. Öyle ki, Akal'ın aktardığı üzere Mairet'ye göre"Tanrı'ya ait olduğu düşünülen" ve dünyevi uğraşla iktisadi ilişkisi önemsenmeyecek kadar kopuk zaman kavramı; her anı, kaybı telafi edilemeyecek ölçüde kıymetli ve maddesel yaşamda belirleyici zaman düşüncesiyle yer değiştirecektir.Weber'in söylediği üzere "Zaman, sonsuz denilecek kadar değerlidir, çünkü kaybedilen her saat Tanrı'nın şanını arttırma hizmetindeki çalışmadan çalınmıştır."

İşte Antikiteden beri aşağılık bir eylem olarak görülen çalışma, Protestan ahlakıyla birlikte ahlaklı olmanın ön şartı haline gelecektir. Önümüzdeki yazılarda bu evrimi incelemeye devam edeceğiz.


A

Yazarın diğer yazıları

Yazarın Tüm Yazıları